24 Kasım 2010 Çarşamba

Usta ! Çek bi proce üstü ödüllü olsun!

Bu sene 55. düzenlenen Eurovision şarkı yarışması için Türkiye’yi temsil eden grup Manga. Gerçekten başarılı bir grup. Hatta gençler arasında yapılan beğenilme, hatırlanma ve güvenilme araştırmalarında en üst seviyelerde yer alan bir müzik grubu. Çok güzel şarkıları var. Bu sene bizi temsil etmek için hazırladıkları parçanın ismi ise “We Could Be The Same”. Şarkının İngilizce olması ile ilgili tartışmaya girmeyeceğim. Ne yazık ki kendi ülkesini, kendi milletini, kendi ismini sevmeyen bir halk durumuna getirildik. Neyse bugün konumuz başka. Şarkıya döneyim. Şarkı ne yazık ki Manga’yı çok seven oğlumu hayal kırıklığına uğrattı. Ben de çok beğenmedim. Her sene şarkılarını çok beğenerek dinlediğimiz sanatçılar niye böyle vasat işler yapıyor? Niye beğenmiyoruz?

Sizde biliyorsunuz… Eurovision’un en büyük özelliği, daha önce yayınlanmayan piyasaya çıkmamış parçaların yarışıyor olması. Aynen bizde olduğu gibi her sene katılan ülkeler ya da ülkeleri temsil eden sanatçı ve gruplar yeni parçalar hazırlıyorlar. Yani bir anlamda ısmarlama. İşte bu ısmarlama konu ise çok uzun yıllar bizlerin müsamere tadında yavan şarkılar dinlemesine sebep oluyor. Olmaya da devam ediyor. Beste dediğin, güfte dediğin biraz içten gelecek. Bir nebze bir ruh halinin neticesi olacak. Zaten güzel olan yıllarca dilimizden düşmeyen eserler genelde sanatçıların bir anda akıllarına gelen, belki de fırtınalı bir aşkın acılarını yansıtan durumlardan çıkmamışlar mıdır? Ismarlama duygu olur mu? Olmaz. Olunca ne yazık ki yavan oluyor. Eurovision’da arada iyi şeyler çıksa da neticede vasatların arasında bir iyi seçme uğraşı. Zaten dikkat edecek olursanız son yıllarda durum şarkı yarışmasından güzellik yarışmasına ve hatta açılıp saçılma yarışına döndü. Lafın özü ısmarlama işler ne yazık ki olmuyor. Zorlama geliyor. Haydi bakalım “göster amcana…” tarzı, ruhlara ve yaratıcılıklara kilit atıyor.

İşte Eurovision’daki bu durum son zamanlar iletişim, reklam, pazarlama alanında ki yarışmalarda çok yaşanır olmaya başladı. Yarışmak iyi bir şey. İnsanı geliştirir. Yarışma bir spor dalında ise evet gelişiriz. Yarıştığınız bilgi alanı ise evet gelişiriz. Kendimizi bu alanda yapılan yarışmanın o anında kazanmak için sürekli geliştiririz. O anda gösterilmeyen performans siz ne kadar iyi olursanız olun ödüle kavuşamaz. Ama bazı yarışmaların doğaları farklıdır. Tıpkı festivallerdeki filmlerin yarışmasında olduğu gibi. Yapılmış iş ayrıca yarışır. Yani bir iş yarışma için yapılmaz. Sektör içindir. Hedef kitlesi içindir. Yarışmanın dışındaki hayatın kendisi için hazırlanmış eserlerdir bunlar. Fakat öyle güzeldirler ki diğerleri arasından sıyrılır ve eğer yarışmaya da başvurmuşsa ödül alır. Hatta bazı yarışmalarda yarışacak olan kendisi dahi başvuramaz. Birilerinin yarışacakları yapılan işlerden seçmesi ile olur. Bizim sektörün yarışmaları da bu şekildedir. Yarışmaların amacı iyi olanı ödüllendirmek, iyi olan işleri teşvik etmek, pazarlama, iletişim ve reklamın kurumların ticari boyutu ile iyi kaynaşmasını ve öpüşmesini sağlamak, emeği ortaya çıkarmak içindir. Yani yarışmak için yaptığınız bir kampanya yoktur ortada. Marka için yaptığınız bir kampanyanın yarışmasıdır söz konusu olan. Ajansların (ki buna iletişim, reklam vs tüm ajansları katıyorum) amacı ise iyi işler yapmaktır. Bu iyi iş müşterisinin ihtiyacı ile tanımlıdır. Yarışmanın koşulları ile değil. Fakat gel gör ki, son yıllarda bu konu oldukça enteresan bir hal aldı. Yarışmalar için özel işler yapılmaya başlandı. Hatta müşteriler bile “bize bir sosyal sorumluluk projesi yapın ödül alsın” der hale geldi. Yani işin doğasının dışına çıkılmaya başlandı. Hatta yarışmaya katılmak için ajanslar müşterilerine sadece bir kez bir yerde yayınlanacak ilanlar ve çalışmalar tasarlamaya başladı. İşin doğası tersine döndü. Hatta o kadar ki geçenlerde çok bilinen bir üniversitenin halkla ilişkiler bölümünde okuyan bir öğrencinin dedikleri açıkçası kulaklarımda çınlıyor. “O çok bilinen derneğin yarışmasına son üç kala proje ile başvurmamız gerektiği ve eğer proje ile başvurmazsak not alamayacağımız söylendi” dedi. Kulaklarıma inanamadım. Özellikle bunu bir üniversitenin zorlaması, hele işi iletişim olan bir fakültenin bu durumu yaratması pek kabul edilecek bir durum değil. Kısacası metazori işler hayatımızın her alanına giriyor. Dikkatli olalım. Ama eğer “Ustaaaa ! Çek bi proce üstü ödüllü olsun” tarzında bir yer bildiğiniz, hiç durmayın devam ediniz.

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı


9 Kasım 2010 Salı

Coca Cola Niye Reklam Yapar?

Bu soru nereden çıktı diyebilirsiniz? Sorun lütfen, sorun! Business Week, Fortune, Interbrand gibi mecraların ve kurumların araştırmalarının en tepesinde dünyanın en değerli markası olarak Coca Cola uzun bir süredir tahtını kimseye kaptırmıyor. Dünyanın en değerli markası olarak sıralamaya bakıldığında, IBM, Microsoft, McDonald’s, GE, Nokia gibi markaları görüyoruz. Bu markalar herkes tarafından biliniyor. Hayatımızın birçok anında ve alanında karşımıza çıkıyorlar. Hepsi çok iyi işler yapıyorlar. Diğer markalar şimdilik bir kenara, Coca Cola’ya tekrar bakarsak ciddi reklam harcaması yaptığını görüyoruz. Yüz milyonlarca doları sadece reklam harcamasına ayırmakla kalmıyor, bir o kadar rakamı da çeşitli sponsorluklara, eventlere ayırıyor. Bunlarla da yetinmiyor; PR, saha çalışmaları, sosyal sorumluluk kampanyaları ve yeni yapılabilecek ne varsa hepsini marka iletişimini sağlamak için yapıyor. Gerçekten bu kadar çok tüketilen, bu kadar çok bilinen, dünyanın en değerli markası niye reklam yapmaya devam ediyor?

Burada yönümüzü bir küçük anekdotla yurt içine çevirelim. Geçenlerde bir iş adamımızla yaptığımız bir görüşmedeyiz. Fabrikası gerçekten çok güzel. Makineler harika. Milyon avroluk bir yatırım var ortada. Her sene en basit konularda dahi üretimine katma değer sağlamak için en az 3-5 milyon avroluk yatırım yapıyor. Bunu hiç eksik etmiyor. Kulağa hoş geliyor değil mi? Ama tüm bu yatırımlarının marka ve ürün olarak yönetimi için bir pazarlama yöneticisi yok. Üstüne üstlük “reklama inanmıyorum” diyor. Reklamın etkisinin olmadığını savunuyor. Gereksiz harcandığını iddia ediyor. Bunun üzerine bir üst paragraftaki detayı kendisine anlatıyorum ve başlıkta ki soruyu soruyorum. Susuyor. Sonra tekrar yatırımların ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. 30 ülkeye ihracat yapıyorlarmış, marka olmuşlar. Bunları anlatıyor. Bunları reklamsız yaptığını söylüyor. Haklı mı? Haklı! Bugüne kadar kimse yol göstermemiş. Kimse pazarlama mantığını ve pazarlama iletişimi anlatmamış. Diğer taraftan da bu işler ne yazık ki bir makine yatırımı gibi elle tutulmuyor. Bu sebeple bizim iş adamımızda elle tutamadığı bir şeye dönüp bakamıyor. Çünkü yapılacak harcama kendini göstermiyor. Böylece sürüp gidiyor. Elbette ki iş adamlarımız bundan 10 sene öncesine göre konuları çok daha farklı görüyorlar ama hala yeterli mi? Bence değil. İletişimi ve iletişimle ilgili yapılan harcamaları bir yatırım olarak görenlerin sayısı hala sınırlı.

Dönüyoruz, tekrar soruyoruz. Niye en bilinen, bilinirliğine sırtını dayayıp, bu sene de reklama harcadığım miktarı tasarruf edeyim demiyor? Niye burada harcanan rakamları harcamaktan çekinmiyor. Çünkü temel bir durum var. Bu temel durum çok net. Pazarlama dünyasında hele de ürün satın alma kararın belki de rafın önünde verildiği bir noktada, her an tüketicinizin aklında olmalısınız. Her şekilde hedef kitlenizin sizinle ilgili ne düşünmesi gerektiği ile ilgili iletişimde bulunmalısınız. Aksi takdirde marka yönetmekten bahsetmek mümkün olmaz. Ancak satış söz konusudur. Bugün sadece hızlı tüketimde değil tüm sektörlerde iletişim harcamaları olmadan bir yere varmak, durumunuzu korumak, geliştirmek mümkün değil. Marka olmak neredeyse imkansız. Birkaç tane istisna kaideleri bozmuyor. Marka, iletişimde bulunmadığı zaman savaşı cephede rakiplerine kaptıracağı gibi, bir süre sonra tüketicinin zihninde olan savaşları da kaybediyor. Bir kez zihinlerde savaşı kaybettiğiniz, tüketicinizin sizi kafasındaki tahttan sildirdiğiniz durumda, geri dönüş ne yazık ki çok ama çok zor. Bakın yakın tarihte çok iyi marka olabilecek ama iyi yönetilmemiş ve bugün esamesi okunmayan bir çok ürün, isim ve hizmet var. Marka olmanın gerekliliği listesinin en başında iletişim yer alıyor. Marka olmak için iletişimi her platformda sürdürdüğünüz durumda üründen, isim olmaya oradan da marka olmaya doğru sağlam adımlarla ilerliyorsunuz.

Hala bu söylemediklerime, hala reklama, halkla ilişkilere, doğrudan pazarlamaya ve benzer pazarlama iletişimi unsurlarına inanmayan varsa, bende şunu soruyorum? Niye dünyanın en değerli 100 hatta 200 markası içinde bu topraklara ait ve/veya buradan yeşermiş bir marka yok? Hangi markamız dünya çapında doğru yönetiliyor? Tabi ki marka olmanın, pazarlama yapmanın tek unsuru işin iletişim yanı değil. Başka birçok parametre var. İnanmayan iş adamımız varsa, ben birebir markajla bu konuyu anlatmaya razıyım. Bizim de artık ülke olarak gerçekten bir ya da iki dünya markasını önümüzdeki on veya onbeş sene içinde çıkarmaya ihtiyacımız var. Ne dersiniz? Kollarımı sıvayalım işe mi koyulalım? Yoksa millet aya gider biz yaya mı kalalım?

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı

2 Kasım 2010 Salı

Tanıtım Grupları İşe Yarıyor mu?

Benim ilk hatırladığım fındıkçılar. Belki daha başka örnekler daha önce de olmuştu ama aklımda kalması açısında en belirgin çalışma fındık. “aga nigi naga nigi” diyerek biz Türk halkına fındığın faydalarını tam olarak anlattı! Ama bizim Karadeniz’in emektar ürünü, Karadeniz’linin cefakar geçim kaynağı biraz müstehcen bir konuma geldi oturdu. Ünlü reklamcıların dediği gibi cinsellik sattırır misali, bizim erkeğimize de performans vurgusu fındığı sattırdı. Gerçi yaşlı amcaların uzun bir süre dert yandığını kendi kulağımla duymuşumdur. “Evladım! her zaman fındık yerim, her zaman fındık alırım ama şimdi almaya utanıyorum. Bakkal bile haydi bakalım iyisin fındık ha diyerek dalga geçiyor!”. Gerçi o dönem herhalde birbiri ile dalga geçmeyen yoktu. Masalara sofralara fındık gelmeye görsün. Başka bir gevezelik konusu olup çıkıyordu. O dönemler gerçekten çok eğlendik. Neyse konumuz tabi fındığın malum faydaları üzerine değil. Hem malum etkiler için artık doğal olmayan yöntemler de var.

Fındıktan hareketle sonra daha belirgin şekilde çok çeşitli gruplar bu tip çalışma ve tanıtımlar içine girdi. Hatta biraz da birbirinden taklit, hep başındaki kelime değişerek devam eden iki kelime aynı kaldı. Yani “X Tanıtım Grubu”,”Y Tanıtım Grubu” şeklinde devam eden bir silsile şeklinde hayatımızda birçok tanıtım grubu yer aldı. Almaya da devam ediyor. Niçin tanıtım grupları var? Tanıtım grupları işe yarıyor mu? Tanıtım gruplarının tanıtımı kime yapılıyor? Hedef kitle, müşteri ya da tüketiciler bunları fark ediyor mu? Yeterince bütçe ayrılıyor mu? Esas sorulması gereken sorular bunlar?

Gelin öncelikle bu gruplara şöyle bakalım. Belirli konular var ki eğer karşılaşıyorsak o zaman çözüm tek tek bir derdi anlatmak yerine topluca hareket etmeyi gerekli kılabiliyor. Eğer bir sektörde derdini anlatamama sorunu varsa; ya da satış sıkıntısı yaşanıyorsa; veya pazarın büyüklüğü o sektördeki oyuncu sayısını besleyecek kadar kifayetli değilse; yahut o sektörde bazı oyuncuların elinde stok birikmiş ise; hatta bir davranış değişikliği, bir kullanım alışkanlığı değişimi isteniyorsa, markalardan bağımsız bir iletişim yapılması uygun olabiliyor. O zaman hem bütçe birleştirilmiş oluyor, hem de markalar işin içinde olmadığı için özellikle davranış değişikliği ile ilgili mesajlar verilebiliyor. Siz bu tanılara sahipseniz artık olaya tersinden de bakabilirsiniz tabi ki. Tanıtım grubu çalışması görünce artık bileceksiniz ki yukarıdaki sorunlar var. Neyse bu tarafını çok açık etmeyelim. İşte bu sorunlardan bazıları için çok anlamlı çalışmalar varken, ne yazık ki bazı çalışmalar özentiden öte çabalar gibi görünmüyor.

Margarinciler, margarinin aslında nasıl da sağlıklı bir ürün olduğunu anlatmaya çalışıyor. Hatta bu uğurda çocuğu olan bazı ünlüleri kullanıyorlar. Ama ben biliyorum ki bu ünlüler gerçek hayatta ürünleri çocuğunun ağzına dahi sürdürtmüyor. Neyse bunu biz biliyoruz, tüketiciler bilmiyor. Margarin yepyeni bir teknoloji ve bambaşka bir ürün değilse ve söylendiği kadar faydalı ise niye pazar küçülüyor? Bana bunlar son gayretler olarak gözüküyor. Onun yerine gerçekten başka şeyler yapmak mümkün. Çok uluslu bir markanın yaptıklarını bu anlamda izlemek ve örnek almak lazım.

Deterjancılar 15 yıl önce tutmayan konsantre ürünleri için zamanın geldiğini düşündükleri için olsa gerek konsantre deterjanların aslında diğerleri kadar temizlediği söyleyen çalışmalar yapıyor. Alçıpancılar bize alçıpanın ne kadar iyi olduğunu öğretiyor. Yangınlara karşı önemli bir koruma sağladığını bize öğretiyor. Kayısıcılar kayısıyı anlatmaya çalışıyor. Dericiler deri ürünler almamız için reklamlar yapıyor. Daha çok bu ürünlerden tüketelim diye ünlü sanatçıları reklamlarda oynatıyorlar. Bunlara ilaveten su ürünleri, çiçek, şarap, narenciye, süt, çeşitli iller ve benzerleri için tanıtım grupları aklıma gelenlerden sadece bazıları. Gerçekten çok iyi niyetli çalışmalar. Ama ne yazık ki iyi niyet herşeyi çözmüyor.

Öncelikle bazı örnekler var ki esasında sadece bir markaya hizmet ediyor. Yanında başka markalar boşuna para harcamış oluyor. Bazı çalışmalar var ki sadece bir oyuncu için fayda sağlıyor. Çünkü zaten pazarda iki ya da üç oyuncu var. Bazı çalışmalar var ki mecra kullanımı ve medya satın alması külliyen yanlış oluyor ve gereksiz bütçeler heba oluyor. Bazı çalışmalar var ki akılda dahi kalmıyor. Hiçbir stratejisi yok. Doğru bir iletişim stratejisi içinde değil. Mesajı zayıf ya da yok. Bazı çalışmalar var ki prodüksiyonları çok zayıf, işi çok ucuz gösteriyor. Bazı çalışmalar var ki niçin yurt dışı yerine, tamamen yurt içinde bizlere yapıldığını anlamak mümkün dahi değil. Bazı çalışmalar var ki kullanıcısı tamamen kurumsalken iletişim dili ve mecrası tüketici kanalında yer alıyor. Hatta bazı çalışmalar var ki seçtiği ünlü uyuşturucu sorunu ile karşılaşıyor ve gelecek planlaması suya düşüyor.

Örnekler ve “bazı çalışmalar…” diye başlayacağımız çok vaka var. Ama bu çalışmaları isimlendirmek doğru değil. Çünkü amaç kimseyi üzmek değil. Amaç bir iş yapılıyorsa gerçekten en doğrusunun yapılması ve bu memlekete ciddi bir katma değer yaratılmasını sağlamak. Ortada bir fayda varsa insanların bu faydaya ulaşmasına doğru bir iletişimle vesile olmak. Bu sebeple Tanıtım Grupları ne yapıyoruz? doğru mu yapıyoruz? diye şapkalarını önlerine alıp düşünmeliler.

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı