26 Ocak 2010 Salı

Kampanyamız Var! Reklamınızın Yanına Haber Verelim!


Bir kurban bayramını daha geride bırakmış durumdayız. Hepimize kutlu olsun. Umarım yakınlarınıza ve size bu bayramda kesim işlerinden, trafik teröründen veya domuz gribinden olumsuz bir durum yansımamıştır. Malum burası Türkiye. Her bayram yüzlerce acemi kasap kendini keserken, ciddi sayıda vatandaşımız da trafikte can veriyor. Bu bayramda uzun bir süredir iletişim dünyasının gündeminde olan bir çorbada benim de tuzum olsun istiyorum. Gerçi mecazi anlamda çorba dedim ama konunun kendisi galiba yavaş yavaş çorbaya dönüyor bile.

Gelin öncelikle iletişimde kullandığımız iki önemli araç ile ilgili ana farklılık alanlarını belirleyelim. Sağ köşede reklam. Sol köşede ise medya ilişkileri. Dikkat ediniz lütfen halkla ilişkiler ya da iletişim danışmanlığı demiyorum. İlki medyada reklam olarak hedef kitlenize uygun alanı satın alarak söylemek istediklerinizi anlatmak üzerine kurulu. İkincisi ise söylemek istediklerinizin medyada haber olmasını sağlayarak marka veya kurumunuzu ön plana çıkarmak temelli bir yaklaşım. Her iki yaklaşımın farklılıklarını biraz daha detaylandıralım.

Dedik ya biri satın alınıyor diğeri ise tamamen yayın kuruluşunun sizi söyleyeceğinizi haber olarak görmesi ile ilgili. Bu sebeple birinde paranızı bastırıp istediğinizi yeri alıyorsunuz ama diğerinde ne kadar paranız olursa olsun, söyleyeceğiniz haber değilse haber sayfaları arasında yer almak mümkün değil. Reklamı bütçeniz doğrultusunda istediğiniz kadar tekrarlayabilirsiniz. Hem de istediğiniz yerde ve boyutta. Bu sebeple reklamınızın tedavülde kalma süresi uzundur. Hedef kitleniz reklamınızı gördüğünde sizin ona bir şey satmak istediğinizi bilir, anlar ya da hisseder. Bu yüzden de kendisine bir şey satılmasını istemediği anlarda reklamı görmezden gelir. Sayfayı çevirir, eki atar, kanal değiştirir yani “zap” yapar.

Gelelim işin medya ilişkisi dediğimiz haber yönüne. Ne demek isterseniz isteyin bunun haber bakış açısı ile olması gerekir. Gazetecinin, habercinin veya editörün bakış açısı ile bakmayı gerektirir. Ömrü kısadır. Güncelliğini çarçabuk yitirir. Bir kez kullanılabilir. Sizin şirketinizin bülteni, röportaj konusu, vs. her yerde haber olmaz. Ne boyutta ve ne başlıkta haber olunacağını baştan bilemezsiniz. Yayın garantisi yoktur. Bu sebeple sözlü ve yazılı beceriler ön plana çıkar. En önemlisi parasal bir yönü yoktur. En fazla bu konuda danışmanlık aldığınız şirkete bir bedel ödersiniz. Ama tüm bunlara karşın okuyucu haber okur. Okuduğuna güvenir. Zap yapmaz.



Görüldüğü gibi iki farklı yaklaşım iki farklı disiplin. Marka ve kurumlar için reklam yapmak çok önemli. Bu zaten olmazsa olmaz bir durum. Diğer taraftan haber olmak ise ayrı bir prestij ve iletişim şekli. Şimdi çorbamız tam da bu noktada karışıyor zaten.

Bu işin birinci tarafı medya. Özellikle sektörel bazı yayınlar müşterilere diyorlar ki; reklam verirseniz, aynı yayında, aynı sayıda veya aynı günde bir de haberinizi yaparız. Bunu reklam satış politikalarının, müşteri tavizlerinin bir parçası haline getirmiş durumdalar. Normalde haber işi para verilmeden yapılan bir iş değil mi? Normalde haber ancak haber değeri taşırsa yer alması gerekmez mi? Evet ama bu algı ile müşteri ne hisseder? Veririm reklamı yaptırırım haberi diye düşünür. Bunun bazı kötü sonuçları var. Birincisi: o mecranın haberleri bir süre sonra inandırıcılıklarını kaybeder ve mecraların özü olan “haber değeri” erozyona uğrar. İkincisi: müşteri o mecranın profesyonellerini (haber editörü, gazeteci, vs) parasıyla satın alabileceği kişiler arasında görmeye başlar. Basın ilkeleri ve profesyonelliği erozyona uğrar. Üçüncüsü: bu işte yıllardır kafa patlatmış, bu işe bilgi ve katma değer katan uzmanların emeğinin değeri kalmaz. Daha birkaç tane daha sıkıntılı başlık sayabiliriz. Diyeceksiniz ki aman canım siz sektörel yayınlardan bahsediyorsunuz. Çok küçük bir kesimdir onlar. Ne yazık ki bu durum sektörel yayınlarla sınırlı değil. Çok büyük yayın organları da zaman zaman bu duruma düşüyor. Örnek mi? Bayramda ülkemizin ilk 5 gazetesinden birinin emlak ekinde son dönemde tavuk teması ile reklam yapan büyük bir inşaat grubu ile ilgili haber çalışması yapılmış. Ama gel gör ki röportaj sayfalarının hemen sonrasında tam sayfalık bir ilan. Belki de farkında olmadan bu sayfalar denk gelmiş. Hadi bir iyi niyet kazası diyelim. Ama sizce okuyan ne algılar? Cevabını sektör dışından bir dostumun sorusu ile vereyim. Bana geçenlerde şunu sordu? Bu gazetelerdeki röportajların bedeli ne kadar? Kaça yayınlıyorlar? Bize yardımcı olur musun?

Çorbanın ikinci tarafı ise müşteriler. Ne yazık ki yanlış örnekleri gördükçe müşteriler de acaba doğrusu nedir diye çaba sarfetmiyor. İşi kolay yoldan halletmeye çalışanlar var. Bu kolay yol ise, hiç haber niteliği olmayan konuların reklam boyunduruğu veya başka etik olmayan yollarla zorlanması olarak karşımıza çıkıyor Hatta ve hatta burada bu çorbayı bir kat daha bulandıran medya iletişim danışmanları ve ajanslar da var. Onlar mı ne yapıyor? Küpür karşılığında para anlaşmaları yapıyor ya da yapmaya kalkışıyorlar. Külliyen intihar. Hani yaptığın işe zarar ver desen ancak bu kadar yapılır.

Özetleyelim. Her ne koşulda olursa olsun haber bir mecranın en temel hammaddesidir. Bu temel hammadde illa ki iyi olmak zorundadır. İlla ki haber değeri taşımak zorundadır. Aksi takdirde o mecra ne okuyucu bulabilir ne de bir süre sonra hayatta kalabilir. Bu özü, ister mecraların reklam departmanlarını yönetenler isterse editörler her kim olursa olsun bozduklarında veya bozmaya zemin hazırladıklarında, emin olun ki bindikleri dalı kesmektedirler. Bunun neticesi ise temelde güven erozyonudur. Okuyucu güven duymayacağı bir mecrada vakit kaybetmek istemez. Bu ise tiraj düşürür. Düşük tiraja da kimse reklam vermez. Müşterilerin burada sorumluluğu sınırlı. Onları kaleye saldıran askerler gibi görmek gerekiyor. Esas olan zaten zor kurulan, zaten ayakta durması zor olan basın yayın kalelerini ayakta tutabilmektir. Yoksa haberi meze yapıp, reklamın yanına bandajlamak ciro artışı için uzun dönemde çözüm değildir.

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı
olgarataseven@yahoo.com

Dikkat Domuz Gribi ! ya İletişimi?


Bu senenin Mart – Nisan aylarına, Meksika’da Veracruz eyaletine La Gloria kentine dönelim. Halk bir solunum yolu hastalığı salgını ile karşılaşıyor. Yetkililer uyarılıyor. Ancak yetkililer bu yakınmalara cevap vermiyorlar. Doğru dürüst bir araştırma yapılmıyor. Hastalık bir taraftan artıyor. La Gloria sakinleri hastalığın kentlerinde yeni kurulan ve dünyanın en büyük domuz üreticisi olan Amerikalı Smithfield şirketinin bir kolu olan Granja Carroll adlı büyük bir domuz işletmesinden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Sonunda ilgili merciler araştırma yaptırıyor, testler hayata geçiyor. Netice yeni bir solunum hastalığı ile karşı karşıya olunduğu. 27 Nisan 2009 tarihinde Meksikalı yetkililerce hastalığın salgın yaptığı açıklanıyor. İlk vaka ise 4 yaşında bir çocuk. Domuz üreticisi şirket hastalıkla her türlü ilişkiyi reddetse de yeni gribin ismi “Domuz Gribi” olarak tarihe geçiyor.

Salgın, WHO (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından ciddiye alınıyor ve tüm ülkelere duyuruluyor. Yaz aylarında Türkiye’ye tam ulaşmayan hastalık şimdi dalga dalga ülkemizde de yayılıyor. Benim bile çevremde en az 5 tanıdığım hasta. Burada domuz gribini uzun uzun anlatmayacağım. Beni daha çok ilgilendiren işin iletişim ve toplumu yönlendirme yönü.

Öncelikle gelin Bakan ve Başbakan polemiği ile başlayalım. Domuz gribine karşı aşıyı teşvik etmek amacı ile Sağlık Bakanımız Sn. Recep Akdağ tüm basın önünde aşı oldu. Üstüne de “Ben aşı oluyorum” dedi. Başbakanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan ise ben aşı olmuyorum. Ailemde de olan yok diye karşılık verdi. Hatta bunu bir iki kez tekrarladı. Bu iletişim anlamında ciddi bir kriz. Tam bir kaza. Bu bir…

Bu aşı polemiğine sebep olan aşılarla ilgili ise tam bir bilgi kirliliği mevcut. Bu aşılar bu kadar kısa sürede nasıl geliştirildi? Nasıl test edildi? Niye sadece bazı firmalar bu aşıları yaptı? Niye Avrupa ve ABD kökenli aşılarda farklılık var? Niye biri enjekte edilirken diğeri burun yolu ile alınıyor? Yan etkilerinde bahsedilen konular normal aşılar için de var mı? Gördüğünüz gibi tam bir muamma. Bu iki…

Bu ara devlet hastanelerine uğrayanınız var mı? Varsa görecektir. Acil servisler ana baba günü. Çünkü halk panik olmuş ve domuz gribi belirtileri ile benzeşen en ufak bir semptomu olan soluğu acilde almış. Gelenlerin büyük bir kısmı hasta dahi değil. Bunu doktorlar ifade ediyorlar. Bu sebeple acil üniteleri normal hastaları daha çok bekletir olmuş. Bu kalabalık ortam sayesinde hastalığın, hastaneye hasta olarak gelenlerden hasta olmayanlara daha çabuk bulaşma olasılığı da artıyor. Aşırı panik durumu. Bu üç…

Hastalığın belirtileri çok iyi anlatılıyor. Ateş, öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı, vücut ağrıları, baş ağrısı, vs. Nasıl korunulacağı ile ilgili bilgilerde TV’lerde reklam vari spotlarla anlatılıyor. Öpüşme, tokalaşma, dirsek içine hapşır, elini sürekli yıka gibi… Peki bu hastalık ne kadar sürüyor? Bu hastalıkta tedavi için temel ilaç nedir? Hastalık kaç günde geçiyor? Geçme ihtimali var mı? Bunlar baştaki belirti ve önlem kadar net değil. Böylece insanlar korkularında kurtulabiliyorlar mı? Hayır. Bu dört…

Okullar tatil edilsin mi? edilmesin mi? Zaten çocukların herhalde %50 si öyle ya da böyle bir bahane, bir rapor bulup okula gitmiyor. Veliler haklı olarak tedirgin. Bu durumda bile çiçeği burnunda Milli Eğitim Bakanımız çıkıyor ve ne diyor? Valla bu konuyu ne konuşuyoruz ne de konuşmuyoruz diyor. Konu Sağlık Bakanlığı’nın uhdesindedir, istek gelirse bakarız diyor. Bu sözler, kamusal alanların en başında olan eğitim ve öğretim alanlarının Türkiye’deki sahibi ile Sağlık Bakanımızın bu kadar önemli bir sağlık krizinde dahi henüz bir araya gelmediğini gösteriyor. Ha bunu yapmıyor olabilirsiniz de, hiç olmazsa iletişimini böyle yapmayın. Devletin üst kademelerinde bir koordinasyonsuzluk. Bu beş…

Daha bir iki madde daha çıkarabilirim. Ama bu kadar örnek yeter. Diyeceğim o ki, bu tip önemli toplumsal konular bizim iletişimcilerin “kriz yönetimi” dediği başlığın altına giriyor. İletişimde kriz yönetimi ise ciddi uzmanlık, bilgi birikimi ve bu işle ilgili dedike bir ekibi gerektiriyor. Haberin, haber başlıklarının, konuşulacakların, bilgi kaynaklarının matris düzenli koordinasyonu gerekiyor. Belki de devlet içinde bu durumlar için ayrı bir tanım veya birim gerekiyor. Sağlık Bakanımız doktorlardan kurulu (hatta çoğu profesör) bir komitenin varlığından bahsetti. Eminiz ki hepsi konularına hakim uzmanlar. Ama böyle dönemlerde iletişimcilerin de masanın baş köşesinde olması önem arz ediyor. Türkiye’de bu konuda çok değerli kişiler var. Kimseyi bulamıyoruz denecek bir durum olduğunu zannetmiyorum. Ha durum bu minvalde ise de hiç olmadı bizler gönüllü oluruz.

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı
olgarataseven@yahoo.com

13 Ocak 2010 Çarşamba

Markan için her şeyi yapar mısın?


Ailem için, çocuklarım için, vatanım için, namusum için, onurum için her şeyi yaparım diyebiliyoruz. Bayrak için, dinim için, ideallerim için her şeyi yapabilirim diyebiliyoruz. Hatta bazen sanat için her şeyi yapanlarımız dahi oluyor. Bazılarımız için yapacaklarımızın sınırı daha genişken bazılarımız için eylemlerimiz daha dar bir çerçevede kalabiliyor. Her şeyi yapmak ve her şeyi göze almak kendi içinde bir iki de soru barındırıyor: “Kim için, ne için, neyin uğruna?”. Bu sorunun yanıtı bizim için her anlamda kaybına katlanamayacağız bir değer taşıyor ise, kim durabilir önümüzde. Gerekiyorsa savaşa bile gideriz. Dağları aşarız.

Özel hayatımız için sorduğum bu soruların iş yaşantımızda ki yansımasını ben bu yazımızda gelin “Markan için her şeyi yapar mısın?” diye devşireyim. Yorum ve cevapları duyabiliyorum. Hem evet hem de hayır diyenler olduğu kesin. Hayır diyenlere bir sözüm yok. Yazımı bu noktadan sonra okumayı bırakabilirler. Ya da fikirlerinin teyidi için yazımı okumayı sürdürebilirler. Bu yazı “Markam için her şeyi yaparım, her şeyi göze alırım” diyenlere bir çift kelimemiz olduğu için kaleme alındı.

Hatırlarsınız, basketbol milli takımımız Eylül ayında Polonya’daki Avrupa Basketbol Şampiyonası’na katıldı. Malumunuz, halkımıza basketbolu tekrar sevdiren, basketbolu gündeme taşıyan çok önemli bir sponsor var. Garanti Bankası. Onun sayesinde basketbolcularımız için “12 Dev Adam” diyoruz. Uzun yıllardır sürdürdüğü bu sponsorlukla gerçekten doğru bir iş yapıyor. Basketbol milli takımımızı destekleyen sadece bir sponsor mu? Hayır. Basketbolcularımızın GSM operatöründen hastanesine, hazır giyimden kargo şirketine kadar onlarca sponsoru var. Bu sponsorların kendilerini nasıl, ne şekilde gösterecekleri, milli takım ve federasyon logosunu kendi iletişim çalışmalarında nasıl kullanacakları, kendi reklamlarında sponsorluklarını hangi prensipler içinde vurgulayacakları kesin kurallarla tanımlı. Sponsorların hakları ve sorumlulukları belli. Bu sayede hem sponsorların menfaatleri ciddi bir şekilde korunuyor hem de basketbolumuza iyi bir kaynak sağlanıyor. Diyeceğim o ki federasyonun sponsorluk kuralları doğrultusunda önüne gelen aklına geldiği gibi bu konuyu kullanamıyor. Kullanamıyor ama gel gör ki bu Avrupa şampiyonasında basketbola bu güne kadar hiçbir yatırım yapmamış, bu konuya sponsorlukla hiçbir ucundan girmemiş bir banka ne yapıyor? Tutuyor bir reklam filmi çekiyor. Reklam filmi malum ıssız adada geçiyor. Sazdan samandan bir potaya hindistan cevizinden hallice tropikal bir top atılıyor. Ekranda sadece bu çer çöp pota gözüküyor. Yani basketbol olduğu biz zavallı seyircilere anlatmış ve hissettirmiş oluyorlar. Bir iki şuttan sonra arkadan ses (reklamcası voice over) “hadi çocuklar gösterin kendinizi, başarılar” diyor. Sonra malum banka kendi logosu ile reklamı bitiriyor. Görünürde ne bayrağımız, ne renklerimiz, ne basketbolcularımızdan bir görüntü, ne de şampiyona ile ilgili bir kurgu var. Ama hepimiz salak değiliz ya, bu bankanın 12 Dev Adam’la ilgili bir şey dediğini anlıyoruz. Karşımızda duran akıllara durgunluk verecek derecede zeki (very smart) bir gerilla taktiği mi ne? Muhtemelen markanın sahipleri ve reklamı yapmaya ikna edenler böyle düşünüyordur.

Peki bu Türkiye’nin akıllıları bir tek siz misiniz? Bu tip arkadan dolanma, parasını vermeden postunu kırkma teknikleri bir tek sizin aklınıza mı gelir? Banka olarak onca olanaklarınız varken, acaba basketbola biz de bir ucundan destek versek diye hiç mi düşünmezsiniz? Hadi diyelim bu alan başka bir rakibiniz tarafından kapılmış, siz başka bir alandan ekmek yemek, yatırım yapmak anlamında bu kadar mı sığ iletişim planları kurarsınız? Daha diyecek çok şey var. Ama işin kötüsü bir tek kötü örnek sadece bu değil. Futbolda da bu durum aynen yaşanıyor. Bizler bir bedel ödemeden karşılığını almayı bırakmadıkça galiba adam olamayacağız. Markalarımızın, yönettiğimiz şirketlerin bir gram daha görünürlüğünü arttırmak adına neler yapabileceğimiz ile ilgili sınırları çizmeyi bilmedikçe trafikte emniyet şeridini ihlal eden magandalardan farklı olamayacağız. Kendimize afili gerilla marketing jargonları ile bahaneler bulmadıkça daha doğru bir kurgu içinde olacağız. Şimdi tekrar soruyorum, markanızın iletişimi için her şeyi yapar mısınız? Buna gerçekten değiyor mu?

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı
olgarataseven@yahoo.com