15 Kasım 2009 Pazar

Ali Topu At! Erkan Burnu Sık!


Bundan tam 10 yıl öncesini hatırlayalım. Ülkemiz 1999 yılında bir gecenin sabahına çok büyük bir deprem ile uyandı. Yaralarımız ve acılarımız çok büyük oldu. Uzun yıllar bu acıları unutmadık. Hala da depremin yaşattıklarını tam olarak unutmuş değiliz. Belki de unutmamak bizim için daha hayırlısı. İşte tüm bu sıkıntılar içinde bizleri bir nebze güldüren bir olay yaşanmıştı. Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton, Marmara depremi sonrasında Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirmişti. Deprem bölgesini ziyareti sırasında ise kucağına aldığı bir bebek burnunu sıkmıştı. Koskoca Bill Clinton’ın burnunu sıkan “Erkan bebek” bir anda meşhur olmuş ve daha sonra ise Bill Clinton ile mektup arkadaşlığı dahi yapmıştı. Anlayacağınız gelecek için umudu olmayan ve burnunun ucundan bir santim bile ötesini planlayamayacak ümitsizlikte bir aile için talih kuşu Bill’in burnundan gelmişti. Hepimiz bu sayede biraz gülümseyebilmiştik.

Bu flashback’ten sonra gelelim günümüze. Bugünkü gazetelerde haberleri okuyorum. Neredeyse tüm gazeteler bir haberi aynı başlıkla yapmış. Haber şu; “Erkan bebek Bill Clinton’ın burnunu yine sıktı”. Haberin detayını okuyunca öğreniyorum ki Clinton, büyük bir şirketin özel olarak düzenlediği toplantıya “Sürdürülebilir Liderlik” konusunda konuşmaya gelmiş. Konuşmasının sonunda soruları almadan önce daha önceden planlandığı şekilde “Erkan bebek” sahne almış ve tekrar malum burnu sıkmış. Tabi Erkan bebek artık bebek değil 10 yaşında bir çocuk. Erkan ayrıca sahneye çıkarken 10 yıl öncesinin gazete kupürlerinden bir tanesinin de çerçeveli kopyasını hediye olarak getirmiş. Neyse ki Bill Clinton da Erkan’ın burnunu sıkmış da altta kalmamış. Gördüğünüz gibi habercilik açısından çok keyifli bir konu. Bu detayların hepsi de gazete sütunlarında yer alıyor. Haber okutuyor. Gazeteciler işini tam yapmış.

Gelelim konunun bizi ilgilendiren iletişim ve verilmek istenen mesaj tarafına. Belli ki bu organizasyon için adı geçen şirket ya da grup çok büyük bir bütçe ayırmış. Konferans için seçilen konu başlığına bakılırsa işin sahibi grup liderlikle ve kendi büyüklükleri ile ilgili mesajlar vermek istiyor. Fikir güzel. Konuk ve iş gayet gösterişli. Muhtemelen konferansta hazır bulunan davetliler bu mesajları alt beyinlerine aldılar. Peki ya gazetelerden okuyanlar mesajı aldı mı? Cevabı kesinlikle kocaman bir hayır. Bu iş, bu şirketin PR’ı için yapıldıysa da neticede işin basın yansımalarında PR’ı yapılan Erkan bebek ile Bill Clinton olmuş durumda. Konferansı yapanlar Erkan bebek fikriyle kendi mesajlarını vurmuş ve mefta etmişler. Bu kadar bütçe bu kadar çabanın çok büyük bir kısmı bence boşa gitmiş oldu. Görüldüğü gibi sadece güzel bir etkinlik planlamak yetmiyor. Mesajlarınızı da doğru planlamak ve bu mesajları en kreatif şekilde nasıl vereceğinizi de ince ince düşünmek ve uygulamak gerekiyor. Bill’in burnu ile Erkan bebek yerine, bu işe zaman, bütçe ve emek ayıran grubun CEO’sunun Clinton’la liderlik mesajları manşete çıksaydı daha iyi olmaz mıydı? İşte PR anlamında haber üretmenin temellerini unutursak, alfabeye baştan başlamak zorunda kalır ve heceleriz: “Ali topu at! Erkan burnu sık!”

Bu yazı www.medyaloji.net yazılarım arasında da yer almıştır.

3 Kasım 2009 Salı

Kırk Kere Söylersen Olur !


Şimdi bu başlık da nereden çıktı diyeceksiniz? Medyaloji sayfalarına ilk adımımı attığım bu yazıda beni ne zamandır düşüren bir konu ile başlamak ve bir anlamda belki de ileriye yönelik bir fikir alışverişi için zemin hazırlamak istedim. Başlıktaki deyiş bizden. Hani derler ya bir şeyi kırk kere söyleme olur diye. İşte size birazdan bahsedeceğim malzemede aynen bu atasözünü bana hatırlatıyor. Haberin geçtiği coğrafya, tangosuyla, Plaza de Mayo anneleri ile ünlü Arjantin. Ülkede konuşulan dil İspanyolca. Dil aynı dil ama Güney Amerika ile İspanya İspanyolcası arasında farklılıklar var. Ülkenin halkı uzun yıllardır içecek sektöründe yer alan Pepsi markasına da aşina ve seviyor. Gel gör ki halkın bu markayı telaffuzunda küçük bir fark var. Pepsi istenirken marka ağızlardan “pecsi” diye çıkıyor. Durum yıllardır da böyle. Ver bir Pecsi, Pecsi aşağıya, Pecsi yukarıya.

Bu durumu değerlendiren markanın Arjantin ve dünya yöneticileri, madem ki halk böyle söylüyor o zaman biz de markamızı değiştiririz diyorlar. Ve neticede büyük bir kampanya ile kırk yıllık Pepsi oluyor “PECSI”. Arjantin halkının milyonlarca kez telaffuz ettiği şekliyle marka değişiyor.

Şirket yetklileri bu kararı doğal olarak çabuk vermiyorlar. Yapılan araştırmalar ve uzun değerlendirmeler sonucunda değişiklik reklam ajansının önerisi ile bu kabul ediliyor. Amaç tüketiciye yakınlaşmak. Tüketiciye sıcak durmak. Bir taraftanda tüketiciye siz ne derseniz o olur mesajı iletiliyor. Kampanya sloganı olarak “la hermosa democracia pronunciatoria – telaffuzun güzel demokrasisi” kullanılıyor. Pecsi tam teşekküllü bir kampanya ile yeni ismini duyuruyor. Hatta İspanyolca argo ve yanlış söylenen kelimeleri de içeren bir “Pecsipedia” da anons ediliyor. Şimdiden kelime sayısı 1500’leri geçmiş durumda.

Bu değişim ve kampanyanın neticesi ise araştırma sonuçlarına göre gayet olumlu. Satışların artışının yanısıra Arjantin halkı bu durumu ayrıca takdir ediyor ve kendilerini ayrıcalıklı buluyor. Buradaki başarı sadece bu takdir değil bence. Markanın esas başarısı suni olmayan gerçek bir önermeyi hayata geçirmesi. Bu reel önermeyi bulmak ise her markaya, her marka stratejistine, marka yöneticisine ve ajansa nasip olmuyor. Günümüzün globalleşen dünyasında lokal dinamiklerin önemini gösteren bu yaklaşım marka yönetimi ile ilgili örneklere de güzel bir örnek oluşturuyor.

Global ve lokal ekseninden bakarken görüyoruz ki Türkiye’de de yıllardır ramazan ayında bu özel aya uygun ve farklı mesajlarda reklam yapan global markalar var. İlk başta bunlara müslüman mahallesinde salyangoz mu satılır! deniliyordu. Zaman geçtikçe görüldü ki doğru yapmışlar. Buna karşın isminin İngilizce okunuşunu kampanyalarla benimsetmeye çalışan markalar da var. Hangisi doğru kararını benim burada söylemem çok doğru değil. En iyi kararı tüketici veriyor. Tüketici bir süre sonra zaten iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırıyor. Bana sorarsanız trendler ve şekiller bir kenara artık insanlar kendine özel olanı istiyor. Kendine yaklaşanı seviyor. Tabi burada ürünlerin ne olduğu da önemli. Tek bir parametre ile doğruyu bulmak kolay değil. Ama bakarsınız bir gün bizde de yedi eleven’ler olabilir.

Bu yazı aynı zamanda www.medyaloji.net portalındaki yazılarımda da yer almıştır.

21 Temmuz 2009 Salı

Bu Promosyon Adamı Öldürür!


Yurt dışından haberleri okuyorum. Gerçekten çok ilginç bir tane gözüme çarptı. Malum kriz yılı herkes satış ve ciro peşinde. Peki bunun kısa yolu ne? Tabi ki promosyonlar... İşte promosyonların zirvesi...Haber kısaca şu şekilde:

A.B.D.’deki bir otomotiv bayisi satışlarını arttırmak için Kalaşnikof veriyor!

Evet yanlış okumadınız hani bizim Anadolu insanımızın “Keleş” dediği ve dünyanın en çok satan otomatik tüfeği olan AK-47 artık bir promosyon malzemesi. Amerika Missouri’de bir bayi sattığı her kamyona karşılık bir adet tertemiz, paketinde, ruhsatlı, yepyeni bir Kalaşnikof tüfek hediye ediyor. Otomotiv sektörünün bir anlamda savaşta olduğunu biliyorduk ama bu durum artık bizlerde şüpheye yer bırakmadı. Bu savaşın içinde bu promosyonla belki bir bayi diğer bayiyi tamamen ortadan kaldırmak için gidip bir pick-up satın alabilir. Tüfek bedava! Artık mermiler içinde bir başkasının promosyon yapmasını beklemek gerekiyor. Örneğin Corn Flakes kutularından da mermiler çıksa ne güzel olur! Neticede herşey satış, pardon halka hizmet için yapılıyor. Hizmeti küçümsemeyelim. AK-47’nin Amerika’daki satış değeri yaklaşık 450 Amerikan Doları. Eh hiç de fena sayılmaz. Yani jant hediye etseydi daha çok mu kullanışlı olurdu.

Promosyonu yapan bayi kendi geliştirdiği sloganı “God, Guns, Guts and American Pick-Up Trucks” (Tanrı, Silahlar, Cesaret ve Pick-Up Araçlar) olarak özetliyor. Hani bizde ki “At, Avrat, Silah” durumunun Amerikancası. Tabi bu duruma biraz üzüldüm. Herşeyimiz neredeyse yabancılar tarafından sahiplenirken, bir atımız, bir avradımız ve bir de silahımız kalmıştı... O da elden gidecek galiba. Neyse konuyu uzatmayalım; promosyonu yapan bayi bu kampanyaya karşı gösterilen yoğun ilgiye teşekkür ediyor. Yoğun talebin nedenini ise bölgede artan uyuşturucu sorununun ve suç oranlarının insanların kendilerini güvende hissetmemelerine sebep vermesine bağlıyor. Bakın ne kadar da hayırlı bir iş yapmış. Bir de biz MKE’nin yaptığı taksitli tabanca satışlarına laf ediyorduk. Meğerse bizim kurumlarımız ileriyi görürlermiş de biz haklarını yermişiz.

Tabi burada işin garip ve ilginç bir ikilemi de yok değil. Sayın bayimiz herşeyi ile Amerikan olan bir ürünü, Sovyetlerin dünyaya ihraç ettiği en önemli ticari meta ve Vietnam savaşında Amerikan birliklerine karşı Vietkong’un en büyük direnç sembolü olan Kalaşnikof’la satmaya çalışıyor. Bayinin verdiği demece göre ise bu silahlar Sovyet lisansı ile Amerika da üretiliyormuş. Amerikalıların bu açıklama ile içleri ferahlamıştır artık.

Sözün kısası Amerika’yı kopyalamayı seven bir toplum olarak lütfen bu tarz satış arttırıcı kampanyaları tekrar etmeyelim. Malum bu kampanya adamı öldürür. Aman diyeyim :)

22 Şubat 2009 Pazar

Haberde Fotoğrafın Söyledikleri !


Biz marka yönetiminin içinde olanlar için önemli araçlardan bir tanesi de haber çalışmalarıdır. Haber çalışması ya da diğer bir ismiyle medya ilişkisi ise İletişim Danışmanlarının, Halkla İlişkiler şirketlerinin uzmanlığıdır. Her marka yöneticisi, kurumsal iletişim ve halkla ilişkiler sorumlusu için haber oluşturmak, medyada yer almak ortak bir paydadır ve yeri geldiğinde çok da önemlidir. Peki bu haber çalışmaları gerçekten doğru ellerde midir? Her zaman değil! Basındaki haber görüntünüz için bir gazeteci gibi davranmak esastır ama diğer taraftan sadece iyi bir gazeteci bakış açısıda doğru değildir. Neden mi? Çünkü yapılan marka yönetiminin bir parçasıdır ve marka ile ilgili ne söylüyorsanız, marka ile ilgili duruşunuz ne ise, haber onu yansıtmalıdır. İnsan beyni ise çok ilginç çalışır. Yazılı malzemeler çabuk unutulurken (iyi ve zeminini bulan iddia ve sloganlar hariç), fotoğraflar ise yıllarca hafızalarda kalır.

Biraz daha açalım bu konuyu...Yüzyılımızda yaşanan pekçok gelişme toplumlardaki üretim ve tüketim anlayışlarıyla birlikte pazarlama stratejilerinin de yönlendirilmesinde kitle iletişim araçlarının etkinliğini arttırmıştır. Fotoğraf ve sinema gibi unsurlar yoluyla şekillenen; dergi, gazete ve televizyon üzerine inşa edilen medya, pazarlama, iletişim ve algı dünyasının vazgeçilmezi olmuştur. İşte bu vazgeçilmezler, haber, bilgi, eğlence ve çeşitli mesaj aktarımları için “görsellik ve görüntüler” i sonuna kadar kullanmayı son derece başarılı uygulamaya başlamış ve bu başarılarını da halen sürdürmektedirler. Bu görsellik ise “fotoğraf” diye adlandırılırsa (bu noktada “fotoğraf” ın illada statik anlamda kullanılmadığı bilinmelidir), ki bu da kitlelerin dimalarında oluşan algıdır. Lipmann “Fotoğraf, bir fikri aktarmanın en güvenilir yoludur” der. Günümüz yazılı basınındaki haber fotoğraflarının güçlü sembolik anlamlarla donatılmış ve sıklıkla tekrar edilen görüntüler aracılığıyla topluma “anti-amnezik” doktrinler ekmeye çalıştığı da bilinmelidir. Medyayı kontrol edenler belirli görüntülerin tekrarlar aracılığıyla topluma enjekte edilmesi sonrasında kitlelerin “istenilen biçimde” düşünmesinin sağlanmasını bilinçli veya farkında olmadan hedeflemektedirler. Bu bağlamda medya, kurumsal yapı sahipliğinin arzuladığı biçimde görsel imgeleri topluma sunmaktadır. Böylece topluma, hayat ve olaylara ilişkin gerçeklere haber fotoğrafları, televizyon görüntüleri aracılığıyla önceden biçimlendirilmiş bir bakış açısından bakması gerektiğini enjekte etmektedir. Uzun süreli toplumsal dönüşümlerin hayata geçmesi bu şekilde olmaktadır.

Bu gerçekliğin içinde bizi ilgilendiren kısım ise tekrar söyleyelim; markamızla, iletişim stratejimizle, kurumsal davranış modelllerimizle, sloganlarımızla ve ne söylemek istediğimizle ilgili haberler çıkarken fotoğrafında bunu kesinlikle desteklemesi, kuvvetlendirmesi ve pekiştirmesi ile ilgili yapacaklarımız ve dikkatimizdir. Bu özeni gösterecek kişiler sanıldığının aksine gazeteciler değil bu işin uzmanları olan Halkla İlişkiler departmanları ve/veya çözüm ortağı olarak çalışan ajanslardır. Bir örnek vererek konuyu pekiştirelim. Bir gazetemiz Anadolu kökenli bir erkek giyim markası üzerine detaylı ve tam sayfa röportaj yapmış. Röportaj YK Başkanı ile... İçerik gayet güzel, mesajlar yumuşak, yazıda şahsın halktan biri iken elde ettiği başarı özetleniyor. Gel gör ki öyle bir fotoğraf sayfayı kaplamış ki, ne mesaj verilirse verilsin, gazeteye göz atan bu nasıl bir yüksekten bakmaktır diye düşünmeden kendini alamıyor ya da hissediyor. Fotoğraf, sayın iş adamının merdivende durması ve kadrajın tavanı alacak şekilde aşağıdan yukarıya pozlanması şeklinde kurgulanmış. Açıkçası iş adamımız yukarıdan aşağıya bakıyor. Niyet başka olsa da “siz benim yanımda küçüksünüz” mesajı fotoğrafta veriliyor. Yazı başka, görüntü başka... “En büyük padişahım ama senden büyük allah var” diyen yeniçerileri hatırlamadan edemiyorum. Dolayısı ile işini iyi yapan PR uzmanları ile yapmayanlar arasında fark oluyor. İş sadece röportajı ayarlamakla bitmiyor. Şeytan detaylarda gizleniyor.

27 Ocak 2009 Salı

A.B.D. ve Algı Yönetimi


Ülkeler de algı yönetebilir mi? Dünyanın her yerinde savaşların içinde olan, Guantanamo gibi işkence konusunda lekelenmiş bir hapishaneyi hala açık tutan, İslama karşı ön yargılı yaklaşan, dünyayı ekomik krize sokan bir ülke kendi algı yönetimini nasıl yapar? Geçenlerde elime geçen bir kitapta algı yönetimi için belirli ana hatlar ve davranış şekilleri veriliyordu. Özetlemek gerekirse; ne yapıyorsan hedef kitlenle uyum içinde ol, kafaları karıştırma, hedefe odaklan, gerçeklerden ayrılma, sürekli ol, görsel iletişimi ihmal etme ve düşüncelerden çok duygulara hitap et diyordu. Bu çerçevede A.B.D. algı yönetimi ele alacak olursak, özellikle Barack Obama’nın seçilmesi ile kendilerine yeni bir iletişim planı hazırladıklarının ip uçlarını çoktan verdiler bile. Gelin biraz detaylara girelim.

Malum George Bush’un oluşturduğu algıyı hepimiz biliyoruz. Bu algının oluşmasına nelerin sebep olduğu ile ilgili ipucunu ilk satırlarda vermeye çalıştık. George Bush tam bir Teksaslıydı. Savaşçı şahinlerine uyan bir yapısı vardı. Ülke içindeki sorunları kapatmak için ülke dışında konsantrasyon noktaları oluşturarak hareket ediyordu. Baba Bush’tan mantık olarak çok farkı yoktu. Ronald Reagan’ın kovboy geleneğini bir anlamda devam ettiriyordu. Gafları vardı. Tutucuydu. Gelgelelim 20 Ocak tarihi ile birlikte Birleşik Devletlerde yeni bir dönem başladı. Bu dönemle birlikte gelecek değişiklikler ve A.B.D. algısını etkileyecek yönleri ele alalım.

Barack Obama Amerikan tarihindeki ilk siyahi başkan. Ayrıca Afrika kökenli ve birkaç jenerasyon öncesine kadar Müslüman bir aile ağacına bile sahip. Öncelikle ilk siyahi başkanı olması konusunu ele alalım. Bu konu tam bir ülke içi algı yönetimi. A.B.D.’nin beyaz vatandaşlarının siyah olanlara zulmünü ve eziyetini dünyada bilmeyen yok. Toplumsal anlamıyla tam bir içsel negatif birikim. İşte Obama ile bu negatif birikim ve geçmişten bir anlamda özür dileniyor olacak. Başkanlık devri öncesi ve sırası törenlerde yer alan sanatçıların ve konuşmacıların seçimi bile bize bunu kanıtlıyor. A.B.D. kendi vatandaşı nezdinde algısını toparlamaya çalışıyor. Vatandaşına eşitlik ve özgürlük mesajları verilirken “Bir rüyam var” diyen Marthin Luther King’e methiyeler düzülüyor. Bağlantılı olarak denebilir ki, Barack Obama müslüman değil ama geçmiş aile bağlarını iyi kullanacağa benziyor. 11 Eylül ile en üst noktasına çıkan ve Amerika’nın başı çektiği İslam düşmanlığı dünyada tüm İslam ülkelerinin A.B.D. ile ilgili haklı olarak negatif algılara sahip olmasına sebep veriyor. Barack Obama bu algıyı da düzeltmeye niyetli. Görevi teslim aldıktan sonra Obama’nın mesajı işte bu anlamda dikkat çekici. “Tüm Dünya ile Dost bir Amerika” vaadi ön plana çıkan başlıklar arasında. Hiristiyan dünya ile bir sorunu olmayan A.B.D. nin bu mesajı kime? Tabi ki İslam ülkelerine. Bu ülkeler nezdindeki algısını düzeltmek için çaba sarf ediyor olacağının mesajı dünyaya yayılıyor.

Barack Obama’nın ilk icraati arasında neler var? Guantanamo’nun kapatılması ve Irak’tan bir an önce çıkılması ile ilgili planlar. Belli ki artık savaşan bir Amerika olmak istemiyor. Bu veriler gerçek olduğuna göre, A.B.D. algısını yönetmek için gerçeklerden hareket ediyor. Yeterki bu gerçekler bize gerçek gibi yutturulmaya çalışılanlar sınıfından olmasın. O zaman algı yönetimi ters tepiyor olacaktır.

Görsel iletişim desteği ise tam anlamı ile mükemmel. Yüzbinlerce insan bizzat Washington’da, milyarlarca insan ise ekranlarının başında devir teslim törenini ve Obama’nın ilk konuşmasını izliyor. Saniye saniye planlanmış mükemmel bir show. Dünyanın lideriyim algısını oluşturmak üzere planlanmış bir çalışma. Geriye açıkçası iki önemli husus kalıyor. Birincisi beklentilerimizin üzerinde bazı sürprizlerin olması ki istenen algı yönetimini perçinlemesi. İkincisi ise bu işin sürekli olması. Yoksa balonmuş der ve geçeriz. Nasıl sizce ülkelerin de algı yönetiminin olabilmesi mümkün mü? Var olmak algılanmaktır, değil mi ama?

14 Ocak 2009 Çarşamba

Fellik Fellik Medyaçııı Aranıyor!


Aranıyor... Elinde sihirli değnek, Hürriyet, Milliyet, Sabah gazetelerinde haber yaptıracak, bunlar dışında mecraların yüzüne bakmayacak, ilişkileri harika, bir küçücük fıçıcık kadar haber değeri olmayan firma ve kişileri dahi haber yapacak, yayınlanacak mecrasını ve hatta hangi sayfada yayınlanacağını ve hatta ne kadarlık bir sütun santimi kaplayacağını garanti edecek, haber çıkmazsa para yok diyecek kadar cesur olacak “Medya Temsilcisi” aranıyor. Ücret dolgundur. Çıkardığı haberlerin sütun santim durumuna göre ayrıca prim alacaktır. Nereye mi aranıyor? Tabi ki bir PR ajansına. Evet, ben abarttım yazarken. Gel gör ki TÜHİD’in Yahoo grubunda yayınlanan bir eleman ilanı pes dedirtti bana.

İlanda istenen özellikler satır satır yazılmış. İlk sırada ise beni gerçekten şok eden bir özellik isteniyor. Aynen yazıyorum. “Hürriyet, Sabah, Milliyet gazetelerinde özel haber yaptırabilecek, düzenli basın bülteni çıkartacak iletişime sahip...” Açıkçası bir daha okudum. Bu da mı başımıza gelecekti dedim. Demek ki bu sektörde (ama arkadaşların bu ilanı karşısında açıkçası “piyasa” demek daha doğru) öyle yetenekli arkadaşlarımız var ki bunlar bahsi geçen gazetelerde garantili özel haber yaptırıyor. Bunu yaptırmakla da kalmıyor bir de düzenli basın bülteni çıkarttırıyor. Olayı neresinden tutacağımı şaşırmış durumdayım.

Medyayı sadece bu üç mecramızla denk gören zihniyeti mi? Bunu bir disiplin üzerine kurmak yerine tamamen ahbap çavuş ilişkisine indiren sığ düşünceyi mi? Haberi hamili kart yakınımdır mantığı ile servis etmeye çalışanları mı? Bu özelliği iş ilanına koyan şirket sahibini mi? Haber kurgusunu satış kotasına bağlamak amacına yönelik portfoyünle gel durumuna mı? Bu hareketlerin sektörün dibine dinamit koymasını mı? Esasında bu durumun, beni ne yap, ne et sadece Hürriyet, Milliyet ve Sabah’ta (bunlara kısaca HMS’ciler diyelim) haber yap kardeşim diye direten cahillere çanak tutanları mı? Hangi tarafından tutacağımı gerçekten şaşırmış durumdayım.

Demek ki yıllarca biz boşuna müşterilere karşı direnmişiz. Kendimiz inanmadığımız haberlere müşteri karşısında boşuna muhalefet yapmışız. Beni HMS mecralarında haber yap, gerisi benim için haber değildir diyenlerle boşuna mücadele etmişiz. Basit bir haberine dahi basın toplantısı yapalım, toplantıya da HMS’den muhakkak şu şahıslar da gelsin diyenlere boşuna gazeteciliği ve medyanın içindeki görev tanımlarını anlatmaya çalışmışız. Halbuki neymiş? Verirsin bir ilan. Bulursun adamını. Yayınlatırsın haberini. Kıvranmazsın haber bulacam da, haberi değeri olacakta diye. Sonra gelsin müşteriler, gelsin haberler...Biz bilmiyormuşuz meğerse. Neyse ki gözümüz açıldı!

Özetle;Nasreddin Hoca misali bindiğin dalı kesmek budur galiba. İşin sonu mesleğin, meslek olarak değerini kaybetmesidir. En sonunda ise aranan “Medya Temsilcisi” olmaz olsa olsa “Medyaçıııı” olur. Mesleğimizin değerlerini adam akıllı koruyacağımız bir gelecek diliyorum hepimize.

13 Ocak 2009 Salı

Pressure Marketing “Metazori Pazarlama...”


2009 yılının ilk yazısı zorla geldi... Şaka bir kenara Metazori’yi bilmeyenler için açıklayayım. “Zorla” demek. Açıkçası buna bir de havalı bir isim vereyim de literatüre katkım olsun istedim. “Pressure Marketing”... Hep pazarlama ile ilgili deyimler Amerika’dan çıkacak değil ya! Biraz da yurdum topraklarından yeşersin. Neyse çok fazla literatür araştırmadım ama bu konuyu muhtemelen ilk ben yazmıyorumdur. Yine de yazmaya değer bir konu olduğuna inanıyorum.

Diyeceksiniz ki direct marketing’i, e-marketing’i, niche marketing’i retro marketing’i, permission marketing’i, web marketing’i duyduk da bu ne oluyor? Tüm bu terimler güzel ve pazarlama alanının keyifli taraflarını oluşturuyor. Metazori Pazarlama ise ayın karanlık yüzü. Orada kötü güçler kullanılıyor. Adından da anlaşılacağı üzere elindeki güçü zorla birşeyleri satmak üzerine kurgulayan bir pazarlama türü bu. Aynı zamanda da bir satış yöntemi. Hala soru işaretleri görüyorum. İşte bu pazarlama ve satış türünü bir örnekle açıklayalım.

Garanti Bankası. Malum Türkiye’nin en önemli bankalarından. İletişim dili ile, marka konumlandırması ile, geliştirdiği örneklerle ders konusu olabilecek bir yapı. İşte bu bankayı biz de şirket olarak kullanıyoruz. Geçenlerde hesaplarımızı incelerken 40 küsur liralık bir (2008 de yeni türk lirasıydı) paranın hesaplarımızdan çekildiğini görüyorum. Açıklama ise kargacık burgacık dediğimiz türden. Bir sürü kod ve harflerden oluşuyor. Yani anlaşılmıyor. Hesapları incelediğimde bu paranın gönderileceği bir yer olmadığını görüyorum. Araştırıyoruz. Şirket içinde kimsenin haberi yok. Neyse lafı uzatmayalım. Bankayı arıyorum. Bir yanlış var herhalde diye. Benimle konuşan şube yetkilisi şu yanıtı veriyor. “Aaa, efendim bir yanlışlık yok, size verdiğimiz çek karnelerini sigortaladık.” Hay allah ben ne safım yani, nasıl da anlamadık diye içimden geçiriyorum. “Peki bu konuyu bize sordunuz mu? Yıllardır bankalarla çalışıyoruz. Bunu ilk defa duydum” diyorum. Cevap yine gayet hazır. “Efendim sizin iyiliğiniz için hem de taksitle..” Gerçekten vaaayyy.. Bu güzel davranışı nasılda anlamıyorum. Peki yine de tamamen şirketime ait olan bir paradan sadece durması için sizi seçtiğim için hesaplarınızda gözüküyor diye bize (bana) sormadan nasıl böyle bir işlem yaparsınız diyecek oluyorum. Bankamızın kuralları, çek karnesi için gerekli diye nazikçe geçiştiriliyorum. Anladım. Garanti Bankası’ndan çek karnesi almak için sigorta şart. Peki ama siz Eureko Sigorta ile bir bağlantınız yokken böyle bir durum yoktu. Biz çek karnesini sizden alırken bunu söylemediniz. Çek karnesi vermek için böyle bir sigorta zorunluluğu yoktu. Üstüne üstlük çek karnesini 3 ay kullandıktan sonra bununla karşılaştık gibi lüzumsuz cümleler edecek oluyorum. Bir kez daha "Efendim, bankamızın kuralları" diyor karşımdaki nazik banka memuresi. Ben telefonu kapatıyorum. Gerçekten kendimi s.....k yerine konmuş gibi hissediyorum. Acayip kızgınım. Peki bu tek örnek mi? Hayır...Bankalar da bunun gibi nice örnek var. Bir sonraki yazımda bu örneklere de değineceğim.

İşte çok kısa tanımı ile Metazori Pazarlama ya da Metazori Satış budur. Müşteri sana muhtaç. Sen müşteriyi kenara sıkıştırırsın. İstediğin bir ürünü tam anlamı ile ona itelersin. O bu arada yaygara yapabilir. Önemi yoktur. Çünkü sen zaten ha bir müşteri kaybetmişsindir, ha bir müşteri kazanmışsındır. Ne önemi var. Zaten topu topu üç beş banka kalmıştır ve meydan at koşturmak için boştur. Mühim olan senin satış hedefini tutturmandır. Pazarlamanın ve satışın karanlık yüzü ise budur. Aman ha...Sakın ha... Ne diyeyim size de bulaşır falan :)