19 Ekim 2010 Salı

Ben de olsam insanlıktan vazgeçerdim!

James Cameron. Sinemanın dahi adamı. Yine yapacağını yaptı ve müthiş bir sinema şöleni ile seyirci karşısına geldi. Ben genelde uzun süre beklenen, promosyonu çok yapılan filmlere hemen ilk haftasında gidenlerden değilim ama galiba bu sefer azıcık geciktim. Bu hafta sonu birazda havanın bahanesi ile en iyisi sinemaya gitmek dedik. Bu sebeple filmi ancak seyretme şansım oldu. Film ile ilgili söylenebilecek çok şey var. Herşeyden önce sinema sanatında yeni dönem için milat veriyor. 3 boyut teknoloji ve animasyon ile başka bir dönemin açıldığını müjdeliyor. Bize ileride Al Pacino’nun filmi “Simone” daki gibi sanal starların ünlü olacağı bir gelecek bekliyor mesajını veriyor. Lara Croft misali… Önce sanalı meşhur olan sonra ona en çok benzeyenin ünlü olacağı bir dönem.

Avatar’ı seyrettikten sonra insanı birçok düşünce sarıyor. Fakat bu düşünceler hemen arka sıramızda filmi seyreden birinin sözleri ile bende bir yerde öbeklendi. Bir noktaya odaklandı. Önce filmin sonundan bahsetmeliyim. Bir kısmınız kızabilir ama inanın bir ay oldu vizyona çıkalı. Nasılsa artık biliniyor! Filmin kahramanı olan asker engelli biri. Yürüyemiyor. Onun, beyin dalgaları ile bağlandığı ve Na’vi dünyasında hareket edebildiği Na’vi bedeni olan bir avatarı var. Film boyunca bu asker insan ve na’vi şeklinde çift bedende yaşıyor. Neticede insan bedeni yerine Na’vi bedenini seçiyor. İşte bu geçiş işlemi ile film biterken hemen arkamızda oturan kişi “ben de olsam insanlıktan vazgeçerdim!” dedi. Filmin sanki tüm ana fikrini vermişti. Çünkü film acımasız insanoğlunun bir maden için başka bir gezenin tüm doğal güzelliğini, canlılarını, florasını, hiçbir duygu kırıntısı, acıma hissi, tükenebilir kaygısı olmadan yok etmesini konu alıyor. Bir çeşit savaş filmi. Savaş, yok etmek isteyenle, yok olmak istemeyen arasında; her şeyi sonuna kadar tüketenle, ihtiyacı olduğu kadar alan arasında; değerleri sadece maddiyat olanla, en ufak bir canlının dahi maneviyatı olduğunu düşünen ve buna önem veren arasında; işgalci ile toprağını savunan arasında. Avatar, insanoğlunun kaynakları nerede olursa olsun tüketmesinin başımıza neler açacağı ile ilgili görmemiz gerekenleri göstermek açısından müthiş bir mesajlar bütünü.

Sanaldan çıkalım ve gelelim bizim yaşadığımız dünyaya. Bizim konumuz olan şirketlere gelelim. Bizim konumuz olan markalara gelelim. Niçin mi? Çünkü esas olarak tüketim bu birimlerden başlıyor. Bu sebeple artık dünyada ülkeler kadar şirketlerin de ciddi bir sorumluluğu var. (Dikkat! filmde de Na’vi’leri yok etmeye çalışan bir ülke ya da dünya birliği değil, tamamen özel şirket askeri kuvvetleri…) Bu sorumluluk Kurumsal Sosyal Sorumluluk (Corporate Social Responsibility) çerçevesi içinde işleniyor. Kurumların, markaların, şirketlerin tükettiği kaynakların sürekliliği açısından sorumluluk taşıdığı vurgulanıyor. Dünyada kurumsal sosyal sorumluluk diye anlaşılan şu: eğer bir şirket üretimi anlamında o ülkenin içilebilir su kaynaklarını tüketen bir yapı ise, içilebilir su kaynaklarının devamı, sürekliliği için bir şeyler yapmak durumunda. Sadece kullan ve gerisini düşünme dönemi bitti. Eğer şirket orman ürünleri girdisi ile üretim sağlıyorsa, o zaman bu şirketin sorumluluğu en az tükettiği kadar ormanı yerine koymak. Tabi bunun üzerine etik değerler, açık ve denetlenebilir yönetim gibi birçok detay daha geliyor ama şimdilik bu noktadan bakalım.

Peki, Türkiye’de kurumsal sosyal sorumluluk ne aşamada? ve nasıl anlaşılıyor? Gideceğimiz çok yol var. Çünkü bizde hala sadece bir projenin yapılması olarak anlaşılıyor. Hem de neredeyse faaliyet konumuzla verdiğimiz zarardan bambaşka bir alanda. Çocukları okutalım. TIR’lar gezdirelim. Bir vakıf ya da dernekle işbirliği yapalım. Bağış yapalım bağış toplayalım. Tabi ki bunların yapılmasını kınamıyorum. Bunlar olacak. Bu çalışmalar markamızla ilgili vermek istediğimiz mesajlar açısından gerekli. İletişimi bütünlüyor. Ama hiçbiri ya da birçoğu diyelim esas yaptığımız işin sürdürülebilir olması ile ilgili sorumluluğumuzun bir yansıması ya da parçası değil. Bu sebeple öncelikle kurumsal sosyal sorumluluğu kaynaklarımızın sürdürülebilirliği diye algılamak ve bakış açımızı değiştirmek gerekiyor. Bu bakış açısı değişmez ise dünyayı ne yazık ki Kyoto ve benzeri protokoller dahi kurtaramıyor olacak. O zaman gerçekten kendimize başka dünyalarda başka bedenler bulmak ve insanlığımızdan vazgeçmek zorunda kalacağız.

Olgar Ataseven
Marka ve İletişim Danışmanı

Hiç yorum yok: